İlginç bir espri anlayışı var hayatın… Çok vicdanlı aslında! Hazır olmadan, hiçbir şeyi sarmıyor başınıza! İki olasılık var:

  • Ya hazırlamaya çalışıyor
  • Ya da zaten hazırsınız, sınavı çakıyor!

Bugün hazır olduğum yerden verdim sınavı. O yüzden aramız iyi, seviyorum keratayı.

“Döngü, dönüp geldiğinde aynısını bulamadığın şeydir” diye yazmışım, pandemik bir yaz günü, tam olarak Haziran’ın 30’u. O cahil halimle ne laflar etmişim yahu!

Biz bir çember, hayat bir çember… Düz bir yolda yürüdüğümüzü sanarken dönüp duruyoruz; çember çember… Ama işte, her attığımız turda değişiyoruz aslında! Aynı sınavları başka insanlarla, başka zamanlarda veriyoruz. Bazen zamanlar ve insanlar öyle iç içe geçiyor ki, kesişiveriyor çemberler, inanamıyoruz… Bir nevi “Dark” çekiyoruz, kendi hayatlarımızda. Kapatmadığımız bir defteri, kapatabilmemiz için geliyor bir yenisi; helalleşebilmemiz için. Vurup çıktığınız bir kapıya, şefkatle dokunmayı öğretiyor zaman..

Öfke ya da kırgınlıkla kapattığım her kapıda; ya ben döndüm, ya bana döndüler. Bu dönme işi de bir tuhaf! Siz hazır olunca geliyorlar, duymuşlar gibi… Sakinleşmiş, hayatla bir çeşit anlaşma yapmış olduğunuzu; size dönmek isteyen herkese fısıldıyor evren. Uygun frekansa geldiğinizde, haber uçuyor! Bir bir geliyorlar kapınıza. Eee, siz de eşek değilsiniz ya; kendi çarptığınız kapıları şöyle bir yoklamak istiyorsunuz! Bakın hele, duruyor mu içerdeki yerinde?

Çok alıngan kişiydim ben! Kendimi küçük görme konusunda başım arşa varabilir (mizaç işte katlanıyoruz), zira değişebilmeyi becerebildiğimi, ben bile yok sayamam! Ne güzel maziye bakıp da, “nereden nereye geldik” diyebilmek. Kolay değil.. Biraz çaba, biraz sopa… Zaman sizden götürürken, çiçek açabilmek kolay değil. Ama çok güzel!

Şimdi kırılınca; biraz içimde tutsam da, baktım olmuyor, toksik yayılıyor içime; bir yolunu bulup, “kırıldım!” diyorum zatıaline. Ne görsem iyi..? Ah o anlamlar! O yüklediğimiz anlamlar var ya… Her boşluğa pervasızca kattığımız anlamlar!

“Hayat boştur, içine sıçınca dolar” der müstakbel bir balık pazarının duvar yazısı. İşte biz de, bazı diyalogların kenar köşelerine tüneyen boşluklara, anlamlar tıkıştırmaya bayılıyoruz! Ne zamanki söylemeyi öğrendim kırıldığımı, o zaman keşfettim usta bir senarist olduğumu! Bizi keşfeden bir yönetmen çıkmadı ya henüz, işte ona yanıyoruz…

Evet, şiir yazan ama ağzı hafif bozuk, yer yer alaycı bir kadın olabilmek pek hoşuma gidiyor; doğrudur! Hayatın özü tezatlardan beslenir. Yaşıyorsam, zıttımlayım! Ve gözüne sokmak en büyük hakkım!

Sevdiğini söylemek de, kırıldığını söylemek de hafifletir insanı. Hem neden taşırsın ki onca yükü? Sahibi kimse, bırak kapısına… Seviyorsan sevindir, üzülüyorsan da paylaş.. Belki de hikaye, hiç de sandığın gibi değil.

Sevmelere gelince… Çeşit çeşit ve renk renktir. Şimdi şu tekere bir çomak sokalım! Yanlış bir öğreti var bize dayatılan “İki insan birbirini sevip de kavuşamazsa, büyük bir hüzün yaşanmalı” fikri üzerinde kurulu tüm hikayeler… Yaş aldıkça, pek sığ gelmeye başladı bu bana. Mevzu kavuşmak değil ki… Mevzu sevmek, hatta sevebilmek! Çünkü sevebilmek, adeta bir yetenek. Şu meşhur tanımıyla, “karşıdakine kendi olabilme özgürlüğünü vermek”, sevebilmek. Pardon da, ben kendime kendim olma özgürlüğünü verememişken, öyle her yiğidin harcı değil, bana ben olma özgürlüğünü vermek! Ne dersin, mevzu derinmiş, di’ mi sevdiğim?

Hayatla bağ kurmaktır sevmek, birinde iz bırakmak, birinden iz taşımak… Kavuşamadığına ah vah etmemek. Onu tanıdığın kadarıyla, kendinle dans etmek.. Onun, sana kendinden haber taşıyan bir elçi olduğunu görmek ve yeri yurdu neresiyse, oraya gidişini zevkle izlemek.

Güzeldir ya sevmek… Her faniye bir gün gerek!

Dipten Öte Not: Şimdi, yazının kalan kısmını buraya sıkıştırırsam şaşmayın..! Doğrusu yazdıklarımın altına bir dinleti iliştirmeyi seviyorum. Amacım bütün duyularınızı ele geçirmek! Bunu yaparken de, görsel seçerken olduğu gibi; bana “o hissi” yaşatan şeyle bütünleşmesine özen gösteriyorum. Aslında bu şarkı yazının olsa olsa bir kısmıdır; ama olsun, yakışır dedim! Sizi bilemiyorum da, bizde sabahlar bu şarkıyla başlıyor bu ara… Ya eşim ya ben “Aşkını bir sır gibi” diye uyanıyoruz. Bekletmeden bir doz alıyoruz. Evet, Bir Başkadır‘ı henüz izledik! Çok yazıldı, çizildi; ben şimdilik kalbime yazdım! Daha doğrusu Berkun Oya çiviyle kazıdı yüreğimize. Ferdi Özbeğen, o aralıklı çok sempatik bulduğum dişleriyle, evimizin bir ferdi oldu! Hele ki bu kaydın enerjisini bilmem tarif etmeye gerek var mı? Bir Başkadır‘la ne işi var senin yazının diyecek olursanız… İnsanın düğümlerini, ancak yüzleşince çözebildiğini, daha güzel anlatan bir şey izledik mi sizce? Döngülerin tamamlanınca kişinin ferahladığını… Üstelik bu yüzleşme öyle güçlü ki, çevrenizdekilerin de kendi çözümlemelerini yaşamasına sebep oluyor. Bu işe duyduğum saygıyı ve hayranlığı başka bir yazıya saklayıp, sözü Ferdi Abi’mize bırakıyorum. Aşkını saklasa da, sevdiğini saklamayanlara gelsin! Hayat cesurları sever!

Ben bir çemberi kapadım. Hadi darısı başınıza!