Yönetmen: Pelin Esmer Yapımcı: Dilde Mahalli

Seyir: 16 Nisan 2020

İkinci kez izlenmeyi hak edenlerden olsa da, ilkinin verdiği coşku ve cahillikle sarılıyorum kelimelere… Görebildiğim kadarını, görebildiğim haliyle; başka hiçbir görüş zihnime değmeden aktarma çabasındayım. Bir sonraki izleyişimde -ki uzun sürmeyecek- her sahnesinden bir bu kadar daha cevher çıkarılacağına şüphem yok.

Bana ilk dokunan; gecenin gücünden beslenip, büyülü bir seyir yaşatan yansımalar: Ana karakterimiz Leyla’nın, tren yolculuğunda, kendi yansımasının içinden şehri görüşü… Yansıma içindeki yansımalara hayran kalışımız. Tüm yansımaların gerisinden Leyla’ya, Leyla’nın gerisinden gözlemlerine ve hislerine şahit oluşumuz. Geceli gündüzlü, hayran bırakan pek çok yansıma: Bir derdi olan yansımalar!

Hayat da bir yansıma değil mi? Kendi yansımamız değil mi, karşımıza çıkanlar..? Bulduklarımız ve bulamadıklarımız; vardıklarımız ve varamadıklarımız; kadınlarımız, erkeklerimiz, çocuklarımız; bize kendimizle ilgili bir şeyler anlatmıyorlar mı?

Leyla öyle farkında ki bunların… Öyle telaşsız, doymuş, olan biteni seyrin keyfini çıkaran bir hali var ki… Ruhunun hafifliği tüm filme sirayet ediyor. Tüm arayışlara, belirsizliklere rağmen, duyduğunuz o tatlı huzurun mimarı; avukat maskeli kadın şairimiz Leyla!

Leyla ne kadar sakinse, Canan o kadar tedirgin, kaygılı… Öyle yakışmışlar, öyle kavuşmuşlar ki birbirlerine: Hayat gibi, tezatlarla dolu.

Başkalarının gözünden görmeyi, ne çok seviyor, değil mi? Canan’ın gözünden sorular soruyor, Yavuz’un gözünden hayal ediyor, izlenildiğini düşünüyor…

Sahi; insan izlenildiğini düşünmeyi ne çok sever… Tam da o anda, kime ait olduğunu çok da iyi bildiğiniz o pencereden, bir çift gözün sizi takip ediyor olduğu düşüncesi ne tatlıdır. “Gerçekte olan” değil mesele; mesele duy’duklarınız, hisleriniz… Zanlarınız bir kenardayken, hislerinizde vardıklarınız.  

Sanat neden iyileştirir, düşünür müsünüz? Bütün bir düzen, duyguları bastırma, yok sayma çabasındayken; sanat düzenin asi çocuğudur; ayağa kalkar, “BEN BURADAYIM!” der. Sen saysan da, saymasan da ben buradayım! O yüzden hayran kalırız; bir araya getiremediğimiz iki lafı mıhlayan bir şairin dizilerine. Tam da öyle hissettiğimizi düşünmenin verdiği coşkuyla… Ya da kendinden geçerek raks eden bir dansçıya! Bizim olamadığımızı olmuş, dilimizin uzanamadıklarına duygularıyla varmışlardır.

İnsan eksik. Dili yaratan kendi. Dil eksikKatmerli bir yoksunluk içindeyken varoluşu, kolay mı şairin işi?

Leyla’nın hem avukat hem şair oluşu; işte “işe yarar bir şey” oluşu.. Tezatlar ne yakışmış üstüne. Önce kendi kabullenmiş, barışık bir hali var içindekilerle. Evet bir hesaplaşması var; ama o bile barışık! Trende mısralarını seçerken, Canan’ın yerine düşünürken, dalıp giderken, dikkat kesilirken… Kimse gibi olmak istemeyip, yine de bir ucundan tutunmaya çalışırken…

Ya sevgilisi? Biliyoruz varlığını, ama yok hiç ortalıkta. Sesini bile duymuyoruz telefonda! Neden..? Bence öyle derin ki Leyla’nın gezegeni; öyle çok ki içinde merakı, sevgisi, varmak istedikleri, yolda kalmayı seçtikleri… Tek bir sevgiyle, “bir sevgiliyle” tanımlanabilecek bir kadın değil kendisi: “Yanındakilerle” değil, “kendiyle, “kendiliği” yle var olan bir kadın. Ölümü seçmiş bir yabancıyı, bir gün daha görme arzusu taşıyan, trende tanıştığı yabancı bir kızın derdini dert edinen, suçlandığında savunmaya geçmeyen; kendi hikayesini kabul edip, yola koyulmuş bir kadın…

Belki de, başta çok da arzu etmediği o yolculuğa, hiç de benzemiyor ilişkisi.. Bu yüzden davet edilmiyor o karelere. Ama sıcak bir ilişki olduğu, kısacık süren o görüşmeden bile belli.

Ah, öyle çok ki bu filmin bendeki izi.. Bu satırlar şöylece dursun. Yavuz var daha anlatılacak, Dilde var… Hala izlemeyen, bu güzellikten yoksun kalan var!

Bonus: Film bitse de, benim gibi hissetmeye devam etmek isteyenler için. İlk üç favorimdir!